Dondurmalı sinema | İlk Nüsha
8368
post-template-default,single,single-post,postid-8368,single-format-standard,woocommerce-no-js,ajax_fade,page_not_loaded,,vertical_menu_enabled,qode-title-hidden,paspartu_enabled,paspartu_on_top_fixed,paspartu_on_bottom_fixed,vertical_menu_outside_paspartu,qode_grid_1200,side_area_uncovered_from_content,columns-4,qode-child-theme-ver-1.0.0,qode-theme-ver-17.0,qode-theme-bridge,disabled_footer_top,qode_header_in_grid,wpb-js-composer js-comp-ver-5.5.5,vc_responsive

Dondurmalı sinema

Hikâyemin, bugünün insanlarına bir masal gibi geleceğini biliyorum. Ama ben bu masalın içinde yaşadım. Hiç de uzak olmayan o barış günlerinin serüvenleri, sisli, karışık anılar arası yitip gitmiş, sanki o beyaz pantolonlu çocuk yaz öğlelerinin sıcağı, durgunluğu, neşesiz içinde sinemaların karşılıklı sıralandığı sokakta dalgın, avare dolaşmamış, bol haydut gürültülü bir filmin heyecanını resimlerini seyrederken yaşamamış?

Benim uzun savaş yıllarında karanlık gecelerde ekmek fırınlarının önünde, insanlardan, onların büyüklüğünden, iyiliğinden ümidimi kestiğim, yaşamaya olan sevgimin eksildiğini duyduğum anlarımda, geçip gitmiş uzak günlerin izlerini taşıyan, çocukluğumun renkli dünyasında yer etmiş büyük balkonlu o geniş sinemanın hatırası ile avunduğum oluyordu.

Bu sinema çocukluğumun eski bir aşinasıydı. Evimizin üst kat pencerelerinden damı görülürdü. Özellikle tatil aylarında haftada bir defa evimizi caddeye bağlayan, etrafı eski zam evleriyle kaplı, tozlu yolu aşıp sinemamın, resimlerle süslü camlı kapısına varırdım. Her hafta değişen bu resimlerdeki insanlar benim en yakın dostlarımdı. Binbir tehlikelerle dolu bir odada döğüşen denizcilerin yanında bulunur, uçurumlardan atımı aşırır, son hızla giden otomobili ben sürerdim. Sinemaya girince en arkadaki tek koltuğa yerleşir, kendi hayallerimle, düşüncelerimle baş başa kalmak isterim. Dakikalarca bekledikten sonra film başlar, bir sürü kavgalardan, silah seslerinden sonra biterdi.

O yaz ayları nasıl korkunç derecede sıcaktı. İnsanlar ceketleri kollarında, beyaz mendilleri ellerinde dolaşıyor, sucu dükkânlarına, şerbetçilere koşuyorlardı. Sinemalı sokak gitgide tenhalaşıyor, gelenler azalıyordu. Ama ben, öteki mahalle çocukları, semtin sinema delisi birkaç hizmetçi kızı, şımarık evlatlıklar, birkaç avare, eskisi gibi gidip gelmekteydik. Otuz kısımlı filmler her zaman ki gibi salonu dolduran yirmi, otuz kişiye gösteriliyordu. Boş bir sinemada film seyretmek hiç de hoş bir şey değildi. Buca Jones’un yapıştırdığı yumruklar boş yere harcanıyor. Tarzan arslanları lüzumsuz yere öldürüyordu. En heyecanlı sahnelere bile ses seda çıkmıyordu. Böylece sinema gitgide tadını kaybetti. Koskoca bir salonda yalnız başıma film seyretmek içimde bir korku yaratmaya başladı. Bu da büyük sinemaya birkaç hafta uğramamam için bir sebep oldu.

Uzunca bir ayrılıktan sonra bir gün sinemaya koştum. Biletimi alıp salona girerken duraklayıverdim. Bir dondurmacı kapının iç tarafına sandalye atmış, külahları, bardakla önündeki ufak masaya dizmişti. Beni görünce: “Kaymaklı mı, vişneli mi?” diyerek bir külah, çekip iki kaşık dondurma doldurdu, elime tutuşturdu. Şaşkınlık içinde bir köseye çekilip beyaz önlüğü, neşeli sözleriyle hoşuma giden dondurmacıyı seyre dalmıştım. Her gelene bir küllah dondurma uzatıyor, komik sözler söylüyordu. Sinema o gün de tenhaydı. Bir köşede birbirine sokulan bir çiftten başka herkes dondurmasını yalamakla meşguldü. Hepsinin yüzünde bir sebepsiz sevincin izlerini görmüştüm. O sıcak yaz günlerinin birbirine benzeyen akışı içinde birden sanki her şey değişivermişti. Dondurmalı sinema, içime bir huzur, hayallerime bir genişlik getirmişti.

Artık her hafta filmin değişmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Her çarşamba günü, kapı önünde insanlara sevinç ve mutluluk dağıtan babacan adamın elindeki vişneli kaymaklı dondurma külahını kaptığım gibi salondaki yerimi alıyor, perdedeki olayların akışına dostlarımın mutluluklarına kendimi kaptırıyordum. O sıralarda kimse dondurmalı sinemanın farkında değildi. Hava sıcak, güneş yakıcıydı, insanlar rahat günlerin kayıtsızlığı içindeydiler Biz, semt çocuklarından, üç beş avareden, birkaç tembel evlatlık ve hoppa hizmetçi kızda, askeri okul öğrencileri ile flörtlerinden başka bu eşsiz mutluluğu duyan yoktu. Bunların, çoğu da bir masal içinde yaşadıklarını bilmiyor, yıllarca sonra bir masal kahramanı halini alacaklarından habersiz bulunuyorlardı. Ben bu yeni mutluluk duygusunun kapı önündeki babacan adamın dondurmasından geldiğini, o zaman anlamıyordum. Yalnız bu sıkıntılı, uzun yaz günlerinde farkına varılmayan bir sebeple, bol hayallerle yüklü bir sevincin içime düşüvermiş olduğunu hissediyordum.

Ama ne yapsalar, ne etseler olmadı. Tersine havalar ısındıkça ısındı. Kimse sinemalı sokaktan geçmez, âşıklı, döğüşlü filmlerin semtine uğramaz oldu. Gene dondurmalar dağıtılıyor, biz çocuklar, işsizler, serseriler, hizmetçi kızlar sinemayı doldurmaya devam ediyorduk. Hatta üç beş kişi daha aramıza katılıyor, sokak boyunca en çok müşteri toplayan bizim dondurmalı sinema oluyordu. Koskoca salona yirmi, otuz kişinin bulunduğu görülüyor, bir iki locanın loşluğunda insanlar olduğunu, babacan dondurmacının tepsisiyle dondurma bardaklarını o tarafa taşımasından anlıyorduk. Sinemacı bu kalabalığa memnun, arada bir sokağa çıkıp öteki sinemaların adamlarına caka satıyor, sigarasının dumanını o tarafa üflüyordu.

Su var ki, bu hal çok sürmedi. Karşı ki ufak sinema daha parlak bir şey düşünmüş, bulmuştu. Bir gün sokak boyunca dolaşırken ufak sinemanın önünde bir kalabalığın biriktiğini gördüm. Bir sokak şerbetçisi güğümünün basına geçmiş, masanın üzerindeki bardaklara vişne şurubu dolduruyor, çatlak sesiyle bağırıyordu: “Giren içiyor, giren içiyor… Maşallah, şerbete bak. Buz gibi, buz.” Gerçekten şuruplar bardakta öyle güzel görünüyordu ki seyircilerin birkaçı dayanamadı, birer paradi bileti alıp bardakları diktiler. Tabii ben de o gün ufak sinemaya girmeden, o buz gibi şurubu içmeden durmazdım.

Böylece başlayan rekabet gün geçtikçe hızlandı. Dondurmalar daha bol, şerbetler daha lezzetli olmaya başladı. Karşılıklı bağrışılıyor, müşteri tavlamaya çalışılıyordu. Biz, semt çocukları, işsizler, avareler, evlatlıklar ve hizmetçi kızlar şaşkına dönüyorduk. Bir heyecandır gidiyordu. Ama dediğim gibi bu serüvenden kimsenin haberi yoktu. Herkes başka âlemlerdeydi. Burunlarının dibindeki, gözlerinin önündeki bu mutluluk kaynağını göremiyorlardı. Yalnız bizler semtin avareleri, bu heyecanlı, eşsiz dünyada yaşadık. Her gün telaşla caddeye kadar koşar, dondurmacı ile şerbetçinin yeni buluşlarını görmeye yeni nüktelerini işitmeye giderdik. İkisi de şen adamlardı. Öğleden evvel mahalle aralarında dolaşır, bir kahvede tavla oynar, ahbaplık ederler, öğleden sonra da işlerinin basına koşarlardı.

Eski zaman masallarının insanlarına benzeyen bu adamlar sonra birdenbire nasıl yok oldular? Bunu bir türlü anlayamadım. Bu eşsiz serüvenin sonu, o günlerin telaşı arasından kayboldu. Okullar açılmış, gerçek hayat bizi bu şiir dünyasından çekip almıştı. İlk yağmurlarla beraber dondurmacı ve şerbetçi de sanki sellere kapılıp bilinmeyen yerlere doğru uzaklaşmışlardı. Eşsiz bir masalın yaşandığını, bittiğini bilmeyen insanlar sinemayı doldurmaya başladılar. Kimse, hiç kimse şehrin göbek yerinde, herkesin gözü önünde yaşanan bu ele geçmez hikâyeyi bilemedi, göremedi.

Öyle sanmıyorum ki, bir biz, semtin haylaz çocukları, bir o işsiz güçsüzler, bir o kötü boyanmış hizmetçilerle, tombul göğüslü evlatlık kızlar bu hikâyeyi hatırlayacaklardır. Ama hepsi de bir masal dünyasında yaşadıklarının, o yılların bir beyaz pantolonlu çocuğun gözünde, eski zaman masallarının ahu gözlü sultanları, uçan halıları, gizli hazinelerinden farksız olduklarım bilmeyeceklerdir.

Oktay Akbal

Kaynakwww.liseedebiyat.com

Hiç yorum yok

Yorum yapın