“insanın giriştiği her şey, tasarlamış olduğunun tam tersine varıyor.” | İlk Nüsha
16047
post-template-default,single,single-post,postid-16047,single-format-standard,woocommerce-no-js,ajax_fade,page_not_loaded,,vertical_menu_enabled,qode-title-hidden,paspartu_enabled,paspartu_on_top_fixed,paspartu_on_bottom_fixed,vertical_menu_outside_paspartu,qode_grid_1200,side_area_uncovered_from_content,columns-4,qode-child-theme-ver-1.0.0,qode-theme-ver-17.0,qode-theme-bridge,disabled_footer_top,qode_header_in_grid,wpb-js-composer js-comp-ver-5.5.5,vc_responsive

“insanın giriştiği her şey, tasarlamış olduğunun tam tersine varıyor.”

Haziran 1979’da Rus gazeteci ve yazar Jean-François Duval’in E.M. Cioran ile yapmış olduğu söyleşiden yazmak üzerine:

Var Olma Eğilimi’nde (La tentation d’exister) Her sözcük fazladan bir sözcüktür, diyorsunuz. Bunu biçim kaygınızla, üslup kaygınızla nasıl bağdaştırıyorsunuz? Çelişkili değil mi bu?

Size ne düşündüğümü söyleyeyim: Fransızca yazmaya otuz yedi yaşında başladım. Ve bunun kolay olacağını düşünüyordum. Kimi hatunlara yazdığım, ya da iş icabı yazdığım mektuplar dışında hiç Fransızca yazmamıştım. Ve birden, bu dilde yazmakta muazzam güçlüklerle karşılaştım. Tamamen kireçlenmiş bu dil, bir tür vahiy oldu. Çünkü Rumence, bir Slav ve Latin karışımıdır; son derece esnek bir dildir. Onunla istediğinizi yapabilirsiniz; billurlaşmış bir dil değildir. Fransızca ise durmuş bir dildir. Ve ilk atımda yazdıklarımı, hakiki olan ilk atımı yayımlayamayacağımın farkına vardım. Bu mümkün değildi! Rumencede bu berraklık, netlik talebi yoktu ve Fransızcada net olmak gerektiğini anlıyordum. Melezlik kompleksine kapıldım, kendi dili olmayan bir dilde yazan kişinin kompleksine. Hele Paris’te… Bu çok önemli. Romanya’nın bir taşrasından, Avusturya-Macaristan toprağı olmuş olan Transilvanya’dan geliyorum. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Viyana’ya bağlıydı. Ben de 1914 Savaşı’ndan önce doğduğum için Avusturya-Macaristan vatandaşıydım. Bu bölgelerde Almanca, Macarca, vb. diller konuşulurdu. Ama annem-babam tek kelime Fransızca bilmezlerdi. Buna mukabil, başkent Bükreş’te herkes fransızlaşmıştı. Bütün entelektüeller çok rahat Fransızca konuşurlardı. Herkes! Ve ben bir öğrenci olarak bütün bu insanların arasına geliyordum. Aşağılık kompleksine kapıldım elbette.

Paris’e geldiğimde, on yıl boyunca, demin dediğim gibi zoraki durumlar dışında Fransızca tek kelime yazmadım. Sonra birden, 1947’de, Normandiya’da bulunduğum bir sırada bunun saçma olduğunu anladım! Hiç kimsenin tanımadığı bir dilde yazmak niye? Yazmış olduğum her şeyi yırttım. Artık anadilimde hiç yazmama fikriyle Paris’e döndüm. Kendime bir tür disiplin uyguladım: Çağdaş şairleri gözümde büyütmeden, elden geldiğince berrak ve net bir Fransızca yazmak istiyordum. Sonunda, bir tür itibari, biraz soyut bir Fransızca yazdım. Ama Fransızca ancak bu tür şeyler yazabilirdim. Fransızcanın bu soyut nüanslarını bildiğimi söyleyebilirim. Fakat o zaman da bu üslup kaygısı da ne diye sorulabilirdi. Ama Pascal’in yaptığını bilirsiniz… On yedi kere yazdığı Taşra Mektupları var. O zaman kendi kendime dedim ki: Eğer Pascal Taşra Mektupları’nı on yedi kere yazdıysa, benim gibi bir yabancının da bir çaba göstermesi gerekir… Anlıyorsunuzdur, Rumencede bir ya da iki kitabı bir oturuşta yazmıştım! Tekrar bile okumamıştım, ilk atımdı! Kötü yazılmışlardır, doğal olarak. Bu tür komplekslerim yoktu. Ama Pascal’ı görünce, bütün o dil takıntılı Fransız yazarları gördükçe, kayda değer bir çaba gösterdim. Mesela Çürümenin Kitabı’nı çok çabuk yazdım. Hepsi ilk atımda çıktı. Ve bu kitabı dört kere yazdım. Hepsini! Çoğu şeyi atarak. Elbette ki kitap bir nevi kendiliğindenliğini yitirdi. Ama ona bir tür kıvam vermekti bu. Ve de elden geldiğince yabancıyı ortadan kaybetmek. Ama bu sorunu ortaya koymakta haklısınız: Madem her şeyden şüphe edersiniz, o zaman niye iyi dile getirmeyi denersiniz? Ama aynı zamanda, niye yazarsınız? Bu doğru. Kaçınılmaz bağdaşmazlıklar bunlar.

Demin “Yazmak niye?” diyordunuz. Soru hâlâ geçerli.

Kendim için. Dile getirmenin bana iyi geldiğini fark ettim. Çünkü bu soru bana birçok kez soruldu. Özellikle de muayyen bir yankı uyandırdığım tek ülke olan İspanya’daki iki öğrenci sormuştu. Bu bir kitap ve satış başarısı değil. Ama bir şeyler uyandırıyor. Hoşuma da gidiyor, çünkü daima İspanya’ya bir düşkünlüğüm olmuştur. Buna karşılık Almanya’da, İngiltere’de, hiç! Tali bir şey bu. Dolayısıyla Endülüslü iki öğrenciden aldığım mektup beni son derece sarsmıştı. Şöyle diyorlardı: Hayata bakışınız yazıyı dışlıyor, bunu bizzat siz söylüyorsunuz! Şöyle cevap verdim:

Aslında yazdığım her şeyi doğrudan lüzum hissettiğimden yazdım, benim için tahammül edilmez olan bir halden kurtulmak istiyordum. Demek ki yazma işini bir tedavi usulü gibi görüyordum, hâlâ da öyle görüyorum. Yazdığım her şeyin en derin anlamı budur. Bu öğrencilere tedavi usulünden ne anladığımı daha somut bir biçimde açıklamak için de şunu ekledim: Birinden nefret ediyorsanız, bir kâğıt parçası alın ve on, yirmi, otuz kere “X itin tekidir, X itin tekidir” yazın. Birkaç dakika sonunda insan yatışır, daha az nefret eder. Benim için de yazma olgusu tam olarak budur; bir tür iç baskıyı hafifletmek, yatıştırmaktır bu. Dolayısıyla bir tedavi usulüdür. Hakikaten bunda ısrar ediyorum, biraz gülünç geliyor, ama hakikat bu. Benim için yazma olgusu son derece kurtarıcı olmuştur. Öyleyse bunu neden yayımlıyorsun diye sorulabilir. Devam ediyorum: Düşünülenin aksine, yayımlama olgusu da çok önemlidir. Niçin? Çünkü kitap yayımlanır yayımlanmaz, ifade etmiş olduğunuz şeyler sizin için dışsal bir hale gelir; tamamen değil, ama kısmen. Dolayısıyla umulan hafifleme daha da büyük olur. Bu artık siz değildir. Bir şeyden sıyrılmışsınızdır. Hayattaki gibidir, herkes der ki: Konuşan, derdini anlatan tip özgürleşir. Kendini tahrip eden, çöken tip ise sessiz kalan tiptir, suskun olandır; belki de bir cinayet işler. Ama konuşma olgusu sizi özgürleştirir. Yazma olgusu da aynı şeydir. Bunlar çok bariz şeyler, ama bunları tecrübe ettim. Öyleyse herkese söylüyorum, elyazmalarınızı yayımlayın, yazık, ama size her halükârda iyi gelecek. Sözünü ettiğiniz bütün saplantılar da sizin için daha az önemli olacak.

Mesela bütün hayatım boyunca ölüm fikri musallat oldu bana, ama bundan söz etmiş olmam sayesinde. Ölüm fikri bana hâlâ musallat, ama daha az. Bunlar çözemeyeceğimiz meseleler, haklı saplantılar. Bunlar saplantı değil, muazzam gerçeklikler. İntihar üzerine yazdım, ama her defasında açıkladım: İntihar üzerine yazmak intiharı alt etmektir. Bu çok önemli. Ama teorik olarak tek bir kelime yazmamam ve hiçbir şey yayımlamamam gerekirdi. Eğer kendime mutlak bir biçimde sadık kalsaydım. Ama yine de kendi sorumluluğumu almam, varoluşa biraz rıza göstermeyi istemem ölçüsünde kendime sadık kalamam. Bana geçinme imkânı sağlayan bu tür tavizleri vermek, uzlaşmak gerekti. Yazmamış olsam intihar etmiş olacağıma katiyetle kanaat getirdim.

Bundan kesinlikle eminim. Ama bu şeyleri dışarıya aksettirdim, balgam çıkardım.

Yayımlama olgusu “öteki”yi de oyuna sokmak mıdır?

Ama öteki düşünülmez ki. İnsan yazdığı zaman hiç kimseyi düşünmez. Benim yazdıklarımı yazınca. Benim için, yazdığım zaman insanlık yoktur. Umurumda değildir. Yayımladığınız zaman da okunacağınızı düşünmezsiniz. Ama kesinlikle düşünmezsiniz! Birinin beni okumuş olduğunu gördüğüm her sefer nasıl, ne derece şaşırdığımı size anlatamam. Kitaplarımın özellikle kişilere yardım etmiş kitaplar olduğundan eminim. Bundan dolayıdır ki kendimi, edebiyatın dışında bir marjinal gibi görüyorum. Yalnızca hissettiklerimi söylemek istiyordum. Daha önce de dediğim gibi, metafizik açıdan marjinalim. Bununla birlikte, itirazınız halen geçerli. Çünkü normal olarak, ne iseniz ona katiyetle uygun olmak gerekirdi.

“Edebiyatçı: Çilelerini değersizleştiren, ortaya düşüren ve sürekli tekrarlayıp duran bir boşboğaz: Hayâsızlık.” Size ait bir cümle bu. Kendi portreniz mi?

Kendini teşhir etmede densiz bir şey var, ama yazdığınız an kendinizi teşhir etmezsiniz. Tek başınızasınızdır. Bunun bir gün yayımlanacağını da düşünmezsiniz. Yazdığınız anda, tek başınıza siz, ya da inançsız bile olsanız Tanrı ile siz varsınızdır sadece. Bence yazma işi gerçekten budur, muazzam bir yalnızlık işi. Yazarın ancak bu şartlarda bir anlamı vardır. Daha sonra yaptıklarınız fuhuştur. Benim için, intihar etmeyen her tip bir anlamda fuhuş yapmaktadır. Fuhuşun dereceleri vardır. Ama her işin kaldırım işiyle bir benzerliği vardır. Fakat hep içimde iki çağrı olduğunu söyledim. Baudelaire’i hatırlarsınız, tam da vecd ile yaşam tiksintisi arasındaki o çelişik dilekleri… İnsan bunu, onun deyişiyle bu çelişik dilekleri bildiği zaman, yaptığı her şeyde çelişkiler, kınanacak şeyler, murdar şeyler olur. Vecd ile yaşam tiksintisi arasında gider gelirsiniz… Aziz değiliz. En saf kimseler yazmamış olanlardır, hiçbir ders vermemiş olanlardır. Bunlar sınır vakalardır. Ama rıza gösterildiği ve yaşamak için -ya da diyelim ki kendini öldürmemek için koşuşturulduğu andan itibaren tavizler verilir. Bunu da sahtekârlık diye adlandırıyorum. Benim için elbette bunun felsefi bir anlamı var. Herkes sahtekâr, ama sahtekarlığın da dereceleri var. Ama bütün canlılar sahtekâr.

Demek ki sözün sizin için bir tedavi değeri var. Bütün bunları, göründüğü kadarıyla kınadığınız psikanalize bağlamak gerekir mi?

Kınıyorum çünkü söz psikanalizde zorunludur, işkenceye dönüşür. Bu çok tehlikeli. Sonunda insanlar tamamen sapıttırılıyor. Psikanaliz tedavisinin gerekli olduğu durumlar var. Ama herkes için değil. Ben felaketten başka şey görmedim. Psikanalizle dönemsel bir olgu gibi ilgileniyorum ben, tedavi gibi değil. Bence psikanalizin bir uygarlık aşaması olarak yorumu şimdiye kadar yapılmadı: Neden şimdi? Bunun anlamı ne? Bunun çok endişe verici ve akıl karıştırıcı bir olgu olduğundan eminim. Psikanaliz de istediğinin tam aksine vardı. Gitgide daha fazla kabalaştı.

Peki hâlâ okuyor musunuz?

Okumayı yazmaktan çok seviyorum. Kendi saplantımla yaşamış olmama rağmen yine de dışa dönüğüm, çünkü sırf okuma olgusu bile bunu ispat ediyor. Ötekilerin kaderleriyle de ilgileniyorum. Denemeler, ya da bunun gibi şeyler okuyorum. Gizli günlükler de. Her zaman çok okudum, buna devam da ediyorum. Bu çok çok tuhaf: Etrafımda bütün şu tipleri görüyorum da. Onlar okumuyor ki! Fransız yazarları okumazlar, ötekilerle ilgilenmezler. Elbette, başka bir açıdan, daima asgaride kalmak gerektiğini düşündüm. Kitapları çoğaltmamak… Bana yılda üç ya da dört kitap gönderen kimseler var.

Kaynak: E.M.Cioran, Ezeli Mağlup Söyleşiler, Çeviren: Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2007

Hiç yorum yok

Yorum yapın