Mehmet Fatih Cinoğlu: Önce kişisel bir soruyla başlamak istiyorum. Sinemaya olan ilginizi erken yaşlarda keşfettiniz. Malum İsmet Özel’in şiire başlama hikâyesi vardır kendisinin anlattığı: Sanata olan ilgimi fark ettim. Önce resimle ilgilendim. Memur çocuğu olarak pahalı bir uğraştı. Sonra şiir yazmam gerektiğini fark ettim. Sizin sinemaya olan ilginizi keşfetmenizin bir hikâyesi var mı?
Derviş Zaim: Çocukluktan beri yoğun ilgim vardı. İyi bir izleyici olma gayreti içerisinde oldum. Ondan sonra edebiyatla olan bir rabıta söz konusu oldu. O bağ neticesinde hikâye anlatma teknikleri üzerine düşünürken senaryo, film yapma, filmin yapısı üzerine de düşünme gerçekleşti ister istemez. Sinema adı verilen ummanı böyle yavaş yavaş, tedrici bir surette keşfettim. Sonra denemek için küçük girişimlerde bulundum. Virüs gittikçe ölümcül hale geldi. Bugüne kadar süregelen serüven başlamış oldu.
M.F.C.: İlk sanatsal ürününüz bir roman. Muhtemelen öncesinde yazdığınız senaryolar vardı.
D.Z.: Senaryolar yazdım ondan önce. Öyküler yazdım. Yani at başı gittiler denebilir. Ama tabii ki lise sıralarında öykü yazmak falan gibilerden bir biçimde sanatla, edebiyatla ve sinemayla uğraşım tezahür etti diyebilirim.
M.F.C.: Peki roman, tür olarak dolaşıma çıkan ilk ürünüz. Bize kısaca Ares Harikalar Diyarı’nın serüvenini anlatır mısınız?
D.Z.: Yirmili yaşların başlarındaydım. Daha önceden öykü deneyimlerim vardı. İyi bir sinema izleyicisi olmaya gayret ediyordum. Denemelerim de vardı. Kısa film çekmek gibi, deneysel kısa film çekmek gibi girişimlerim olmuştu. Hatta uzun metrajlı film yapmak gibi bir fikrim de vardı o sıralarda ama gerçekleşmemişti o dönemin koşulları içerisinde. O dönemde paralel olarak yazdığım bir şey oldu Ares Harikalar Diyarında. Yirmi seneden sonra yeniden basıldı. İthaki bastı. İyi de oldu. Yani roman yapısı üzerine düşünmemi sağladı. Plot üzerine düşünmemi sağladı. Karakter üzerine düşünmemi sağladı. Kültür dünyası üzerine düşünmemi kolaylaştırdı.
M.F.C.: Bir önceki sayımızda Sadık Bey (Yalsızuçanlar) sinemayla ilgili sorduğum soruya çarpıcı bir cevap vermişti: “Türk filmi henüz ‘Türk filmi’ değil. Olma yönünde ilerliyor. Çok güzel örnekler kaydetti, hayli yol aldı ama sancılı bir süreç yaşanıyor.” Bence siz de bu işin savaşını verenlerden birisiniz. Bir söyleşide “1950’lere kadar Türk sineması emekleme dönemindeydi.” demiştiniz. Buradan hareketle bu sancılı sürecin 1950’lerde başladığını söyleyebilir miyiz? Süreci 1950’lerden başlatırsak, bu süreç biraz uzun sürmedi mi?
D.Z.: Böyle başı, ortası, sonu belli süreçler olarak görmemek; olmakta olan, devam etmekte olan bir süreç olarak algılamak lazım. Akan bir nehir var. O nehirle olan ilişkimizin nasıl olacağı ile ilgili soruları kendimize sormakta düğümleniyor bütün mesele.
M.F.C.: Muhtemelen süreç tamamlandığında bunu fark edemeyeceğiz de yıllar sonra fark edeceğiz…
D.Z.: Aynen öyle. Eğer bir nehir akıyorsa nehir kendi kendini yeniler. Yenileme kabiliyeti de her zaman vardır. Öyle bakmak gerekiyor. Yani geçmişle olan rabıtamız, bağımız, biz farkında olmasak da hep devam edecektir. Geçmişle sınanmayan bir yenilik kalıcı olmayabilir. Bunun tersi de doğrudur. Yenilik tarafından sınanmayan bir geçmiş de o kadar kalıcı olmayabilir. İşte burada yenilik, geçmiş ve gelecek arasındaki gergin birliği korumaya dair bir özenin söz konusu olması lazım. Türk sinemasında böyle kulvarlar ortaya çıktı mı? Çıkıyor mu? Bunun emareleri var. Ama çok toz duman da var. Belki de bu çağda olması gereken şey de bu. Çünkü postmodernizmin gemi azıya aldığı bir çağdan bahsediyoruz. Bu çağda Sovyetik bir sanat felsefesi ve politikasının ne kertede sağlıklı olduğuna dair şüphelerim var. Belki de bu kafa karışıklığından enteresan ve değerli şeyler çıkacaktır. Umarız öyle de olur.
M.F.C.: Anladığım kadarıyla ne çok karamsarsınız ne de çok iyimsersiniz.
D.Z.: Bardağın yarısı dolu diyorum ben.
M.F.C.: Bir söyleşinizde “O kadar festival var ki dünyada, artık bir festival enflasyonundan bahsetmek mümkün. Allah’a şükür yüzlerce binlerce festival var ve filminiz çok çok kötü de değilse muhakkak birinden bir ödül alıyor.” demiştiniz. Gerçekten de Türk filmleri uluslararası alanda çok fazla gösterim şansı bulabiliyor. Buna karşılık ülkemizdeki festivallerde (tabi bu da bir kanaat belki) bir irtifa kaybı da gözlemliyoruz. Festivaller daha çok krizler ile gündeme gelmeye başladı. Bunu neye bağlıyorsunuz?
D.Z.: Her zaman kriz vardı. 79’muydu senesini tam hatırlamıyorum Antalya iptal edildi, yapılmadı. Dolayısıyla bizde arada sırada böyle krizler oluyor. Bütün dünyada da olabiliyor. Filmlerin kalitesinde bir artış var mıdır geçmişle kıyaslandığı zaman. Evet, geçmişle kıyaslandığı zaman bir artış vardır. Bu festivallere seçilen filmlerin kalitesinde de bir artışı öngörüyor. Doğrudur. Dolayısıyla festivallerin kalitesindeki bir artıştan göreli olarak -Türk filmlerine ilişkin olarak konuşmak gerekirse- bahsedilebilir. 80’li yılların ortasındaki kalite ile şu andaki kalite arasında olumluya gidiş bağlamında bir seyrin olduğu tenzilatlı da olsa söylenebilir. Bunun yanı sıra her zaman bizim kültüre, toplumsal hayata ilişkin görüş ayrılıklarımızın festivallere de sirayet etmesi doğaldır. Belki de bu sağlıklı bir şeydir. Çünkü bu, umalım ki hayatı bizim için daha incelikli hale getirir, daha da süzülmüş hale getirir. Temel ilkelerin ne olduğuna dair kafa karışıklığını gidermek için yürünmesi gereken çakıllı ve dikenli patikalar olur ama sonunda en azından değerler ve temel meseleler konusunda bir uzlaşmaya varılır. Görünür ve görünmez bir gelecekte umarım bu tartışmalar bunlara yol açar.
M.F.C.: Filmografinizi bir trenin kompartımanları gibi görüyorsunuz. Geleneksel sanatlara dayanarak yapmaya çalıştığınız filmler, kompartımanlardan birini oluşturuyor. Peki, sinemanızın lokomotifini ne oluşturuyor?
D.Z.: Bu yaratıcılığımın temeli ile ilgili bir şey. Kazan dairesinde, lokomotifin kazanında ne olduğu ile ilgili bir soru. İnsanın oluşmakta olan, sürekli devinen bir şeye ilişkin olarak, bir doktora tezinde ifade edilebilecek şekilde, onu çerçeve içerisine alacak bir röportajda bunu söylememesi gerekir. – En azından bunu yapan insanın, Derviş Zaim’in söylememesi gerekir. Derviş Zaim bunu düşünebilir ama bunu size rasyonel olarak ifade etmeye kalkışmamalıdır. Benim bunu size biliyor olsam dahi söylememem lazım. Büyüsü kaçacağı için söylememem lazım. Çünkü azgın bir at gibidir o. Onu dizginlemeye kalkıştığınızda o dizginleri parçalar. Yapısı ve doğası gereği parçalar. Rasyonel olarak ifade etmeye kalkıştığınızda onu dizginlersiniz. Bazen, insan rasyonel olarak ifade edebileceği hissine kapılabilir. Bu “bazen” adını verdiğim zaman dilimi kısa ya da uzun olabilir. Ama şahsi deneyimlerim beni yanıltmıyorsa bu zaman dilimlerinin şu ya da bu şekilde sona erdiğini tecrübe ettim.
M.F.C.: En çok ilgilendiğiniz sanat dalı edebiyat. Sizin tabirinizle profesyonel olarak ilgilendiğim sanat dalı…”. Derviş Zaim sinemasında edebiyatın yeri için ne söylenebilir? Gerçi bu sorunun lokomotif sorusuna benzeyen bir tarafı da var. Derviş Zaim sinemasında edebiyatın yeri sizin tarafınızdan rasyonel olarak çizilemeyebilir, belki çizilmemesi gerekebilir.
D.Z.: Yani şöyle söyleyeyim. Sinemayla yapamadığım şeyi edebiyatla yapmak gibi bir niyetim var. Bu ne kadar bilinçli ne kadar bilinçsiz gelişti bugüne kadar bilmiyorum. Kaldı ki bu soruyu bir iki roman yazdıktan sonra bana sormanız lazım. Ama şunu da ekleyeyim. Ares Harikalar Diyarında adlı romanım filme çekilemez. Filme çekilemediği için de onun edebiyat olarak kalması fena bir şey değil gibi geliyor bana.
M.F.C.: Peki, biraz başucu kitaplarınızdan, sevdiğiniz yazarlardan da bahseder misiniz?
D.Z.: Hep değişti. Ama ilk yetişme çağlarında Kafka’yı çok okudum. Dünya edebiyatını takip etmeye çalıştım. Şimdi Tristram Shandy’i oturup yeniden okuyacağım. Suç türünü takip etmek gibi bir niyetim var. Yenilerden bu türün iyi örneklerini okumak gibi bir niyetim var. Şimdi yeni bir film projesi söz konusu, o bitince böyle bir okuma kürüne gireceğim.
M.F.C.: Sizin böyle rutin kürleriniz var o zaman…
D.Z.: Sürekli okurum. Yani çekimde de, çekim sonrasında da… Okumak benim için olmazsa olmaz. Kendimi en mutlu hissettiğim yerlerden biri kütüphanelerdir. Mümkün olduğu kadar birbirinden farklı şeyler okurum. Hiç ilgisi olmayan şeyler okurum. Bunların faydalı olduğunu da söyleyebilirim. Çok farklı disiplinlerden, farklı alanlardan, farklı yazarları okumaya çalışmanın beni beslediğini söyleyebilirim. Bu minvalde devam edecek.
M.F.C.: Yeni sayımızda dosya konumuz “Delilik”. Sizin sinemanızda da Mahsun’dan son filminiz Balık’ta Sanem Çelik’in canlandırdığı karaktere kadar bilgelik ile meczupluk arasında savrulan karakterler görüyoruz. Bu karakterlerde “delilik” diye ifade edebileceğimiz bir şey var sanki (böyle ifade etmek doğru mu bilmiyorum). Sizin böyle karakterler yaratmadaki muradınız nedir?
D.Z.: Zihin, hafıza, bilinç her zaman ilgimi, dikkatimi çeken şeyler. Dolayısıyla rasyonel olmak ve rasyonel olanın dışındaki o kara kıtanın elemanı olmak her zaman dikkatimi ve ilgimi çekti. Orada çok bakir bir şey olduğunu biliyorum. Böyle düşünüyorum, böyle hissediyorum. Benim ilgimi sabit bir şekilde çekmeye devam ediyor.
M.F.C.: Biraz da yapmayı planladığınız projelerden bahsedelim. Kıtmir’in yapımı büyük oranda tamamlandı galiba. Kıtmir ile beraber geleneksel sanatlar kompartımanını tamamladığınızı söyleyebilir miyiz? Bir sonraki filminiz çevre sorunları kompartımanına mı dâhil olacak yoksa yeni bir kompartımana geçecek misiniz?
D.Z.: Kıtmir, mimari ile ilgili bir proje olacak. Dolayısıyla ebru, minyatür, hat, gölge ve şimdiki mimari ile beş tane öğe. Bir şey yapmasam da artık herhâlde epey torbayı doldurduğumu şahsen naçizane düşünüyorum. Ancak bu konulara olan ilgim bir şekilde yeniden depreşebilir elbette. Bu anlamda kendimi bağlayacak herhangi bir şey söylemek istemiyorum. Şöyle ki yaparım, kesinlikle yaparım, kesinlikle yapmam gibi bir şey söylemek istemiyorum. Ama az evvelki sorularınızdan birine verdiğim yanıta benzer şekilde birbirinden çok farklı şeyler yapmak, çok farklı şeyleri tecrübe etmek, okumak, onlara ilgi duymak sevdiğim bir şey. Bundan sonra da muhtemelen daha evvel yaptıklarıma çok da benzemeyen işler yapmayı murad ediyorum.
M.F.C.: Bir söyleşide Novella yazmak istediğinizi söylemiştiniz. Ben Eylül-Ekim sayımızda sizin kitabınızı tanıttım, hatta Derviş Zaim edebiyatı ihmal etti diye hayıflanmıştım. Filmi çekilemeyecek bir şeyler yazmak baskısı, film çekebiliyorken tüm enerjinizi sinemaya yoğunlaştırma motivasyonu, yazmanızı ertelemeye devam edecek mi? Kendi içinizde bir yazma baskısı duyuyor musunuz?
D.Z.: Artık bir şey yapayım istiyorum. Bir novella yazmak istiyorum. Yirmi sene büyük ayrılık… Artık birkaç tane roman da yazsam hiç fena olmaz.
Mehmet Fatih Cinoğlu
Kaynak: www.keskedergisi.com
Hiç yorum yok