Çok zor günler yaşadım ama umudumu hiç yitirmedim | İlk Nüsha
1598
post-template-default,single,single-post,postid-1598,single-format-standard,woocommerce-no-js,ajax_fade,page_not_loaded,,vertical_menu_enabled,no_animation_on_touch,qode-title-hidden,paspartu_enabled,paspartu_on_top_fixed,paspartu_on_bottom_fixed,vertical_menu_outside_paspartu,qode_grid_1200,side_area_uncovered_from_content,columns-4,qode-child-theme-ver-1.0.0,qode-theme-ver-17.0,qode-theme-bridge,disabled_footer_top,qode_header_in_grid,wpb-js-composer js-comp-ver-5.5.5,vc_responsive

Çok zor günler yaşadım ama umudumu hiç yitirmedim

Sekseninci yaşını sekseninci kitabı Yoksa Sen misin’le kutlayan Gülten Dayıoğlu: “Umut aşım ekmeğim. Çok zor günler yaşadım seksen yılda. Ama umudumu hiç yitirmeden bu günlere eriştim. 1960’lı yıllardan bu yana kurduğum düşlerin bir bölümü gerçekleşti.”

Gülten Dayıoğlu deyince akla elbette bir “okul” geliyor. Bu okul, çocukların çok sevdiği bir okul. Söyleşimize sekseninci yaşınızı kutlayarak başlayalım… Türkiye’nin pek çok dönemine tanıklık ettiniz. Nasıl geçti seksen yıl?

Seksen yıl; zor kolay, acı tatlı, iyi kötü, sevindirici-üzücü, başarı–başarısızlık sevgi- sevgisizlik, sağlık–hastalık, yaşanası bir aşk ve insanoğluna özgü ne varsa hepsi dokundu geçti yıllarıma. En güzelleriyse anne olmak, babaanne olmak ve üreterek, severek sevilerek üç kuşaktan, çok sevdiğim çocuklara hizmet ederek, ödüller alarak, seksen yaşıma ulaşabilmek.

Bugün, yazdığınız ilk çocuk kitabını düşündüğünüzde ne hissediyorsunuz?

İlk kitabım 1963’te yayımlanan Bahçıvanın Oğlu, pek basit ve buram buram deneyimsizlik kokan bir kitap. Ama yüreğimin sıcaklığını, insana yönelik sevgi ve kaygılarımı bir güzel yansıtmış. 1971’de yayımlanan ilk romanım Fadiş ise o yıllarda henüz gündemde olmayan çok satan kitaplar konusunun gündeme gelmesine neden oldu. Üç kuşak okudu. Sekseninci baskıya yaklaştı. Üniversitelerde doktora konusu oldu ve halen olmakta. Demek ki benim ilk kitabım Bahçıvanın Oğlu’ndan sonra, zor yılları ve zor yolları aşarak gerçek anlamda çocuk romanı yazacak düzeye gelmem gerekiyormuş. Doğrusu ben bu sekiz yıllık sürede kendimde saptadığım gelişimi örnek edindim. Yaşam boyu, kendimi ve kalemimi geliştirmeye özen gösterdim. Başka bir değişle hep kendimi aşmayı, yaşam biçimi edindim. Bu doğrultuda bilimkurgu, fantastik kurgu türlerinde ve eşimle 1971-2014 arası dünyanın 109 ülkesinde gerçekleştirdiğimiz gezilerden çok çarpıcı olanları yazarak, gezi türünde eserler verdim. Bu çalışmalar tek bir yaş düzeyine yönelik olmadı. Öğretmenliğimden edindiğim kazanımlar sonucunda, çocuklarda yaş düzeyi konusunun da bilincine vardım. Yazarken, 6-9, 9-12 ve 12-18 yaş sınırlarına bağlı kalmaya özen gösterdim. Bilindiği gibi UNICEF çocukluğun üst sınırını 18 yaş olarak belirlemektedir. Gerçekten de gençlik romanlarımı liseli gençler hatta yetişkinler de okumakta. Yeşil Kiraz, Sekizinci Renk, Mo’nun Gizemi dizisindeki üç kitap ve Kayıplara Karışmak, Kıyamet Çiçekleri örnek gösterilebilir.

Elli yıldan fazla bir süredir yazıyorsunuz. Üç kuşağın yazarı olmak çok sorumluluk yükleyen bir şey değil mi?

Üç kuşağın yazarı olmak bir yana çocuk ve gençlik kitapları yazarı olmak bile omuzlarıma büyük sorumluluk yüklemektedir. Ne var ki, daha ilk yıllardan beri yine öğretmenliğin verdiği disiplinle bu sorumluluğun bilincinde oldum ve olmaktayım.

O üç kuşak için yazarken nelere dikkat ettiniz? Kuşakların değişmesi, Gülten Dayıoğlu edebiyatında neyi değiştirdi?

Toplum her yönden değişim, gelişim ve hatta dönüşüm yaşamakta. Ben bu değişim, gelişim ve dönüşümün gerisinde kalırsam dünün yazarı olmayı kabullenmem gerekecek. Öyle bir duruma düşeceksem yazmamayı yeğlerim. Oysa yazmak benim yaşam biçimim. Ben de soluk alabilmek için sürekli olarak kendimi ve kalemimi yeniliyorum.

Müthiş bir üretkenlik var. Bu üretkenliğinizi neye bağlıyorsunuz?

Üretkenliğimin birinci nedeni yaptığım işi çok sevmemden kaynaklanıyor. Yazdıklarımla, çocuk ve gençleri, yaşam sevinci, yaşam bilinci, umut, sevme sevilme coşkusu vb. konularda tetiklemeye çalışıyorum. İnsanı insan kılan evrensel ilkelere dikkatlerini çekiyorum. Bunu yaparken didaktik olamamaya, kendi doğrularımı onlara dayatmama ya özen gösteriyorum.

Her yaştan okuruma görkemli Türk dilini tadıyla tuzuyla tanıtıyorum. Onları güldürüyorum, yerine göre hüzünlü esintilerle yüreklerini ısıtıyorum. Ve de o yürekleri yumuşatıyorum. Meraklandırıyorum. Düşündürüyorum. Sorgulama dürtüsü edinmelerine gayret ediyorum. Yaşam sorunlarını sergileyip çözüm bulma alıştırmaları yapıyoruz bazen. Bazen de kötülükler, haksızlıklar karşısında birlikte öfkeleniliyoruz. Kısacası, kitaplarımla okurlarımın gelişim çabalarına ve sağlam kimlik edinmelerine, katkı sağladığıma inanıyorum. Bu inançla düzenli olarak yazıyorum.

Kuşaklar sizin gibi yazarların yazdıklarından beslenerek büyüdü. Siz nelerden beslendiniz?

Ben ilkokulda öğretmenimin yardımıyla kütüphaneleri keşfettim. Yoksa bizim eve gazete bile girmiyordu. Kitap deryasına o yaşlarda dalınca kitap obezi olup çıktım. Hâlâ da kitaba doyamayan aç bir kurt gibiyim. Zaten, okumazsam yazamacağıma inanıyorum. Bu arada Çocuk Haftası Çocuk Gözü, Çocuk Sesi gibi dergilerde Kemalettin Tuğcu’nun kalemiyle tanıştım. Ve çok sevdim. Çünkü kendisi bizim gibi toplumda yüz akıyla yaşam savaşı veren insanları anlatıyordu. Yıkılmış yuvalar, üvey anne kavramı, kıtı kıtına geçinmek, yabancısı olmadığım konulardı. Demek ki bu çileleri çeken sadece ben değilmişim, görüşüyle mutlu oluyordum.

Yukarıda da lafı geçti… Gezgin bir yazarsınız. Bu edebiyatınızı nasıl etkiledi?

Gezdiğimiz ülke sayısı 2014’te İran’la 109 oldu. Geziler beni çok zenginleştirdi. Ülkemde Tömer, Kütüphaneciler Birliği ve MEB tarafından yapılan anketler sonucunda çok okunan yazar seçildim. Bence bu başarının nedeni gezilerden edindiğim, renk, ışık, ses, tat, değişik yürek atışları, efsaneler, güzellikler, görkemli kültür birikimleridir.

“Umut”a önem verdiğinizi biliyoruz… Geçen yıllar içinde çocuk edebiyatının geldiği noktayı umutlu buluyor musunuz peki?

Umut aşım ekmeğin derler ya, çok zor günler yaşadım seksen yılda. Ama umudumu hiç yitirmeden bu günlere eriştim. “Çocuk Edebiyatı” kavramını benimsediğim 1960’lı yıllardan bu yana kurduğum düşlerin bir bölümü gerçekleşti. Üniversitelerde çocuk ve gençlik edebiyatı kürsüleri açıldı. Çok seviniyorum. Ama bir bölümü yozlaşarak engelli hallere düştü. Çok üzülüyorum. Açıkçası günümüzde çocuk ve gençlik edebiyatında nitelikten çok nicelik ağır basmaya başladı. Bu tür kitaplara çıtır-çerez deniliyor. Ama toplumuza gerekli olan kitaplar bunlar değil. Nitelikli kitaplar bekliyoruz. Onlar da var ama emek ürünü oldukları için yavaş boy atıyorlar. Sayılar az…

“Okuru şaşırtacak bir roman”

Yeni kitabınız Yoksa Sen misin’e gelirsek… 15. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan Şaman bir kızın hikâyesini anlatıyorsunuz? Şamanizm’de sizi çeken neydi?

Sekseninci kitabım Yoksa Sen misin’i on altı yıl önce yazmaya başladım. Ama ancak 2016’da okura kavuşabiliyor. Çünkü çok renkli konular, sıradışı coşkularla, okuru iki de bir şaşırtan, meraktan kabına sığamaz hale getiren, bir gençlik romanı.

Türklerin ilk inançları olan Şamanizmle lise yıllarımda, dönem ödevi yaparken tanıştım. Ama öylesine etkilendim ki! Sonra bu konuda pek çok kitap okudum. Uzmanlarla konuştum. Ve Türkî Cumhuriyetlerine gittiğimizde, Özbekistan’da birkaç şamanla tanıştım. Saatler süren söyleşiler, zihnimi alevlendirip, belleğimi katman katman doldurdu. Sonunda 15. yüzyılda Orta Asya’da başlayıp 21.yüzyılda İstanbul’da süren, Şamanik serüvenler örülü bir roman çıktı ortaya. Bu kitapta yaşanan serüvenler arasında, ünlü Türk ressamı, insanların ve cinlerin efendisi diye anılan, Siyah Kalem Mehmet Efendi’de (Nakkaş Mehmet ) tipiyle yer almakta. Bu nedenle romana onun, Topkapı Müzesi’nden edindiğimiz, gizemli resimlerini de çizimlerini de ekledik.

 

Burcu Aktaş

 

Kaynakkitap.radikal.com.tr

Hiç yorum yok

Yorum yapın