Anka'nın Aradığı | İlk Nüsha
1287
post-template-default,single,single-post,postid-1287,single-format-standard,woocommerce-no-js,ajax_fade,page_not_loaded,,vertical_menu_enabled,qode-title-hidden,paspartu_enabled,paspartu_on_top_fixed,paspartu_on_bottom_fixed,vertical_menu_outside_paspartu,qode_grid_1200,side_area_uncovered_from_content,columns-4,qode-child-theme-ver-1.0.0,qode-theme-ver-17.0,qode-theme-bridge,disabled_footer_top,qode_header_in_grid,wpb-js-composer js-comp-ver-5.5.5,vc_responsive

Anka’nın Aradığı

“Yakama hiçbir zaman çiçek takmadım. Ama Çiçek Pasajı’nın bizleri takındığı yeni koparılmış çiçekler gibiydik. Bin dokuz yüz altmışlardaydık.” Bir otobiyografik metinde böyle yazar Cansever, 70’li yılların sonuna doğru. Her şeyin bir kez daha kuşkuya boğulduğu, kırılganlaştığı, tükeniş sezgisinin hükmünü icra etmeye başladığı bir noktada, yakın ama artık çok uzak geçmişi, uzun bir zafer ânı olarak yaşanmış bir dönemi anıyordu: Ben hiç çiçek takmadım, ama ben ve arkadaşlarım, olgunlaşan günün koparıp yakasına taktığı henüz genç çiçeklerdik: Işıyorduk. Bu gözlem, utançsız ve yekpare narsisizmiyle, fazla ağdalı mı gelecektir bugünün okurlarına? Üstelik, bu cümlelerin yazıldığı 70’li yıllarda nice genç çiçeğin buruşturulup atıldığı biliniyorsa eğer? O yıllarda İkinci Yeni’nin başka şairleri gibi Cansever de daha “güncel” şiirler yazdı; Sonrası Kalır’a (1976) giren “Suçtur Çocuğun Olmak”, “Mendilimde Kan Sesleri” ve “Ölü mü Denir” gibi parçalar, 90’lı yıllarda bazı sol dergilerde yeniden yayımlanacak, böylece ölümünden bir süre sonra Cansever de yeni bir kültürel solun referansları arasına katılmış olacaktı. Hem sosyalistlerin hedef olduğu devlet şiddetini acıyla kaydeden hem de umudun kıpırdanışlarına açık kalmaya çalışan bu şiirler öncekilerle ve sonrakilerle birlikte okunduğunda, Cansever’in solun güncel kaygılarıyla duygudaşlık kurduğu, ama bu kaygıları kendi daha derin varoluşsal tasalarıyla tam özdeşleştirmediği görülür. Bundan bilinçli olarak mı kaçınmıştı, siyasal bir sorunu bireysel bir serüvenin terimleriyle kapsamaya çalışmanın sonuçta o sorunu küçültmek, bayağılaştırmak olacağını mı düşünmüştü? Şu söylenebilir: Sonrası Kalır Cansever’in en dışa açık, en az solipsist kitabıdır; ama böyle olduğu için de, kitaptaki şiirlerin hepsi değilse bile çoğu, Cansever külliyatının biraz dışında kalmış gibi durur. Belki şöyle demek daha doğru olacak: Turgut Uyar ve Ece Ayhan, şiddetlenen siyasal çatışmanın terimlerinden yeni bir biçimsel atılım imkanı devşirdiler (sadece Toplandılar ile Devlet ve Tabiat’ı düşünmek yeter) ve bunu örneğin bir Kemal Özer gibi eski tematiklerinden tümüyle vazgeçmeden yaptılar; Cansever’in “siyasal” şiirleriyse yeni bir atılımdan çok, yeni bir şiirsel daralma evresine yöneldiğinin habercisi gibiydi – özellikle Kirli Ağustos’un kızışmış şiirlerinden sonra okunduğunda.

Tragedyalar ile Sonrası Kalır arasında Çağrılmayan Yakup var, ama asıl Kirli Ağustos var: günlerin şairin eline nedensiz bir ödül gibi düştüğü, şairin de günün yakasına muzaffer bir çiçek gibi iliştiği o “bin dokuz yüz altmışlar”ın kitabı. Bir kamaşma deneyiminin ürünü gibiydi, havasız ve karanlık bir yerden birdenbire gün ışığına çıkan birinin ürünü. Şairin burada bir fetih deneyimini araştırdığı da söylenebilir, ama sadece şimdi ve burada olanın fethi değil, geleceğin de fethini içeriyordu bu: Cansever ilk kez burada ölümsüzlük fikrini adı konmuş bir izlek olarak yoklamaya başlar. Bir bütün olarak bakıldığında, mutlu, hatta gururlu bir kitaptır Kirli Ağustos. Şu halde, önceki bütün şiirsel üretimini belirleyen o temel endişeyi, kendi kendini doğur(ama)ma endişesini nihayet aşmış mıydı Cansever? Hayır. Ama bu endişeyle başa çıkma biçimi değişmişti. Bunun bir tür olgunlaşma olduğu da söylenebilir: Öncülün etkisini ve basıncını görelileştirme yeterliliği artmıştı. Bu yeterliliğin bazı görünümleri saptanıp ayrıştırılabilir.

Her şeyden önce, kendisi için asıl selefin, asıl şiirsel babanın boşluk olduğunu artık sezmeye başlamış gibidir. Bu seziş göreli bir kudret de getirir: Boşluğun karşısında sadece büyülenmiş bir halde kalakalmıyor, onunla oynuyor, kışkırtıyor, adlandırıyor, mecazi dönüşümlere uğratıyordur: Ondan doğmuş olmakla yetinmeyip, kendisi onu doğurmaya yelteniyordur. Bu uçurum oyununu kriz şiiri olarak nitelemiştik, kendisinin de –sonradan kitabına almayacağı– “Oyun Oynayanlar” dizisindeki temel figürü “Menzil Cambazı” olarak adlandırdığını hatırlayarak. Şair ve şiir böyle bir oyundan sağ çıkmayabilir: Sağ çıkmama olasılığı, oyunun özüdür. Harold Bloom, Coleridge ile Wordsworth’ün “büyük buluşu” olduğunu söylediği bu kriz şiirini şöyle tanımlar: “Şairin kendini bir sonraki şiir için, en azından daha dolu bir hayat için kurtardığı şiir.” Cansever’in bu “en az”a razı olması imkansızdı, şiir yoksa hayat da yoktu onun için; Ahmet Oktay, arkadaşının ölümünden sonra yazdığı bir yazıda şunu belirtir: “1958’de şöyle demişti bana Edip: ‘Şiirdir artık vatanım.’” Bloom’un tanımının sadece ilk yarısı geçerliydi Cansever için. Sonunda ölüme (susuşa) varabilecek bir oyun oynarken, kendini sadece bir sonraki şiir için kurtarıyordu.

 

Orhan Koçak

 

Kaynakwww.sabitfikir.com

Hiç yorum yok

Yorum yapın