Yenilik olsun diye uğraşmıyorum.
Yeni bir şey, alışılagelmişin dışında bir şey olabilir. Yeni bir şey, daha önce söylenmemiş bir şey olabilir. Yeni bir şey, bilinen bir şeyi çok başka türlü görüp göstermek olabilir. Yeni deyince; yeni bir şey yoktur.
Bitmemiş bir konuşmadan…
Galiba 1992 yılının ilkbaharıydı, uzun uzun konuşmayı, konuştuklarımızı kasete kaydedip yazıya dökmeyi, karşılıklı düzelterek yazışmaya çevirmeyi kararlaştırdıydık. Fikir benim değildi: Konuştuğu, anlattığı pek çok şeyi niçin yazmadığını sorarak, çay içerken onu taciz etmeye çalışıyor, şaka yollu cimrilikle suçluyordum sadece. Her zamanki gibi, aklına gelen her şeyi yazmaya değer bulmadığını söylemiş olmalı. Yazmam ama, diye devam ettiğini iyi hatırlıyorum çünkü, konuşurum.
Ankara’ya bir sonraki gidişimde, küçük bir teyp vardı yanımda. Rasgele konuşmaya başladık. Kasetler birikecekti, ben Eckermann olacak, hepsini yazıya dökecektim, sonra yazılanlar okunacak, düzeltilecek, sıraya konacaktı. İkimiz de yazarak görevimizi yapacaktık. Metinler basılacak duruma gelesiye, eğlenceli bir oyun gibi sürecekti bu iş.
Planlar yaptık, konuları sıraladık. Konuştuğumuzdan çok konuşma üzerine konuştuk; konuşmamız yarım bile kalmadı. Yapmayı düşündüğümüzün çok küçük bir bölümü, kasetlerde ve okuyacağınız sayfalarda öylesine duruyor: Ankara’ya sık gidemiyordum, nasıl olsa daha çok vakit vardı… İnsan en önemli işlerinin, yapmayı kuvvetle istediklerinin bile gündelik hayhuyun arasında ertelenmesine, gecikmesine izin verebiliyor. Bunun farkına varmak için çeşitli ölümlerin gerekmesi de, ayrı…
Ama sadece benim yüzümden değildi. O, yazmak ya da bir hediyenin paketini açmak için olduğu gibi, bu konuşmalar için de, bir iyilik ânını beklerdi hep. Küçük törenler. Boş kasetle döndüğüm çok oldu. Hiç umursamazdım, gazeteci değildim nihayetinde, Nilgün Sokak’a konuşma yapmak için gitmiyordum ki; gitmişken oyunumuzu da oynuyorduk bazen. Şöyle diyorduk: Bir ara, Güney’de on günlük bir tatil yapıp sadece konuşuruz, bir iş gezisi olur.
İki kaset ancak doldu. Araya önce Gece’nin İngilizceye çevirisi, sonra Pegasus ödülü için Amerika gezisi girdi. Sonra da kanser. Hastalığın ilk aylarında, artık konuşmak için bol vaktinin olduğunu söylediydi. Bu kez iyilik zamanını bekleyen bendim, Ankara’ya giderken teyp taşıma fikri bile artık çirkin görünüyordu gözüme.
O iyilik ânı hiç gelmedi.
Daha başında kalmış da olsak, sonradan basılmasını istediydi. Bu dileğini, onu saygıyla, sevgiyle anarak, metnin Bilge Karasu okurlarına bir ölçüde kılavuzluk edeceği umuduyla yerine getiriyorum.
Özel sayılabilecek diyalogları budadım, bütün içinde anlamlı olabileceği halde şu durumda okura anlamsız görünecek söyleşi parçacıklarını kesmek zorunda kaldım; giderek daha da gereksiz görünen kendi söylediklerimi çıkardım attım; konuşma havası içinde bir alıntılar dizisi oluştu, söylenenlerin bağlamını göstermek için, araya başlıklar eklemek gerekti.
Sonuçta, aşağıdaki metin, çok uzun, gevşek dokulu bir söyleşinin olsa olsa küçücük parçacıkları. Hiç değişiklik yapmamaya, metne olabildiğince dokunmamaya, sadık kalmaya çalıştım, her zaman ölçülü ve tane tane konuşan, bıyık altından gülen bir sesi tekrar, can kulağıyla dinlerken –hiç değilse– bu kolay oldu.
YENİLİK
Bir yazarın, aynı kitabı birkaç kez yazıyor olması ne kadar ilginç olur? Yazar için ne kadar ilginç olur?.. Hiç olmaz. Bildiği bir şeyin, biraz orasını, burasını değiştirir diyelim; yazmağa kalkarsa sıkılır. Nasıl biteceğini bildiği bir oyuna girmiş gibi… Ama yazının serüvenini yaşamak, yazının serüvenini adım adım yaşayıp, şöyle mi olacak, böyle mi olacak diye düşünmek, her adımda gereken birtakım kararları vermek, ona göre çalışmak, sonra oldu oldu, olmadı al baştan işe girişmek çok daha ilginç bir şey. Eninde sonunda ortaya çıkan şeyi, ben de öyle beklemiyorumdur. İyi diyebilirsem ona, çok sevindirici bir şey olur. Tabii benim için de değişik, benim için de yeni olan şey, bir önceki kitabımı okumuş bir okura da herhalde gene birazcık aykırı, birazcık tedirgin edici, en azından alışılmadık görünecektir.
Alışılmak: Bunu çok değişik çerçeveler içerisinde düşünmek gerekir. Bir yazarın kendi yazısı çerçevesi içerisinde. Bir yazarın belli bir yazarlar topluluğu ile görülebilecek benzerlikleri, ama gene bu benzerliklerin yanı sıra görülebilecek aykırılıkları içerisinde. Belli bir geleneğin içerisindeki yeri açısından… Geleneğin içerisinde daha öncekilere benzemeyen yanları, aykırı olan yanları açısından bakılabilir.
Herhangi bir kitaba bakış da, ister istemez birtakım benzerliklerle birtakım aykırılıkların yan yana görülebilmesine bağlıdır. Bir yenilikten söz ediliyorsa, daha önce yapılmamış bir şeyden söz ediliyordur. Ama daha önce yapılmamış olması, daha öncekilerin yazıları içerisinde ele alınarak bakılması demektir. Aykırılık, yenilik ya da değişiklik, tek başına herhangi bir anlam taşımaz, ancak belki birtakım başka metinlerle karşılaştırıldığı zaman söz konusu olabilir.
Geleneğin bağlayıcılığı demeyelim ama, geleneğin varlığıyla ilgili bir şey. Bağlayıcılık demeyeceğim çünkü gelenek dediğim zaman belki bir alanda yapılmış olan her şeyi düşünüyorum. Belli bir dilde, belli bir alanda yapılmış olan her şeyi… Onların içerisinde benzerlikleriyle, aykırılıklarıyla bir metin, bir kitap, bir yer bulur. Şunu da unutmamalı. Her okuduğumuzu kendi çağımız içerisinde okuyoruz. Eskileri de ona göre okuyoruz. Bir yeniyi de (buradaki yeniyi şu anda yazı yazmakta olan bir kişi diye düşünüyorum) gene o çerçeve içerisinde ele alıyoruz. Bu, söylenecek her şeyin, o anda söylenip biteceği anlamına hiç gelmeyecektir.
Yeni bir şey söylemek deyince, ne düşünülüyor onu bilemem. Yeni bir şey, alışılagelmişin dışında bir şey olabilir. Yeni bir şey, daha önce söylenmemiş bir şey olabilir. Yeni bir şey, bilinen bir şeyi çok başka türlü görüp göstermek olabilir. Yeni deyince; yeni bir şey yoktur. Bu da yeni bir şey değil! Yüzyıllardan beri yeni bir şey yok denmiştir. Yine de burada yenilik alışageldiklerimizin dışında bir şeydir, alışageldiklerimizin dışında. Her çağda her dönemde alıştırılageldiklerimizle iç içeyizdir. Bu alıştırılageldiklerimizin dışındaki, yeni olmasa da, bize çok değişik gelebilir. Eninde sonunda her an, her okur söylenmiş olan, yazılmış olan her şeyi okumuş, biliyor değildir ya… Her zaman en azından birilerine yeni gelen, değişik gelen bir şeyler söylemek, düşünülemeyecek bir şey… Ama bunların yeniliği değişik biçimlerde çıkabilir karşımıza: çok yadırgadığımız bir şey, gerçekten hiç bilmediğimiz yeni bir şey olarak. Nitekim sahici yenilikler bize yenilik olarak gözükmez, yadırgadığımız bir şey, sırasında katlanamadığımız bir şey olarak çıkar. Yani onun katlanabileceğimiz bir yenilik olması için, biraz eskimesi gerekir. Bunu daha önce de yazmıştım.
Duygusal tepkilerden söz ediyorum hep bir ölçüde, evet öyle. Çünkü yadırgamak hatta farkına varmaksızın kızmak, evet, duygusal tepkilerdir. Ama yeni bir şey yazılamazı bırakalım da herkes işte yazabildiğini yazsın. Yenilikler tarihin işidir, tarihle uğraşanların işidir. Ama değişik bir şey, her an yazılabilir.
Türlerin ölümüne gelince, bu da pek yeni bir laf değil. Türler yüz yıldır ölüyor, ölüp ölüp diriliyor! Çünkü bilinegelenin dışında birtakım şeyler yapılıyor. Bilinegelenin dışında bir şeyler yapılması, yeni kurumlaşmalar getirmek değildir ki! Yenilik de, sırasında kurumlaşabilecek bir şeydir. Tabii, yenilik olmaktan da çıkar böylelikle. Bir başka bakış, bir başka dönem olarak gelir katılır eski dönemlere, eski bakışlara.
Bir türün kuralları aşılıyorsa, o türün kuralları hâlâ var olduğu için aşılıyor. Bunlar ortadan kalkmış olsa, unutulmuş olsa, yok olmuş olsa herhangi bir şeyin aşıldığından, çiğnendiğinden söz edilmezdi ki!
YAZMAK
Doğrusu ben, yeni olsun diye uğraşıyor değilim. Bir şeyi nasıl yazacağım diye düşünürüm. Yaza boza, nasıl yazılması gerektiğini düşünüyor isem, ki bu fazla bir şey de demek değildir, o hale getirmeğe çalışırım. O hale getirdiğim zaman, ben yenilik olsun diye yapmış değilimdir bunu, ama birtakım alışılagelmiş anlatı ya da anlatım biçimleri bana yetmemiştir ya da onların dışına çıkmak istemişimdir. Olabilir. Ama yenilik olsun diye değil, yapmak istediğim bir şeyi yapmağa çalışıyorum. Yenilik olsun diye uğraşmıyorum. Şimdi, okurlar bunu (şimdi değil ya, vaktiyle öyle olmuştur) bir bulmaca diye görmüşlerse, alışageldikleri anlatı biçimlerinin ya da anlatı yollarının dışına çıktığı içindir belki. Alışılmış bir şey, alışıldığı kalıplar içerisinde anlaşılır, kolay görünüyor. Burada öyle değil belki ama, bana alışılmış olması hiç mi düşünülemez? Benim yazıma alışılmış olması?
Ben şu anda yazmakta olduğuma belli birtakım şeyleri yazdıktan sonra vardığıma göre, okur için de, hiç değilse kuramsal olarak beni baştan bu yana okumuş olanlar için de, belli bir yolda –ne demeli– birlikte yürünmüştür. Şimdi karşılaştığı şeyi yadırgasa da, daha öncekilere tıpatıp uygun bulmasa da, beni anlamakta herhalde daha az güçlük çekecektir. Çünkü ilk başladığım sıralarda, yazı yazmağa ilk başladığım sıralarda, evet, alışılagelmişe epey aykırı düşüyordu yazdıklarım; doğru. Şimdi nasıl, onu okurlara bırakalım derim. Benim vereceğim bir karar değil… Ama dediğim gibi, ille değişik, ille yeni bir şey olsun diye uğraşmıyorum ama, belli bir şeyi, çalışa çalışa vardığım bir noktada belli bir biçimde anlatmağa çalışıyorum. Bütün diyebileceğim bu. Bulmaca olsun diye uğraşmam, ama okurlarım da artık herhalde bana da bir parçacık alışmış olsalar gerek.
YALINLIK
Ekonomik tutum dediğin şey, olsa olsa… çok fazla konuşmaktan çekindiğim, yazarken de gereksiz bulduğumu yazmamağa çalıştığım içindir. Gereksiz buluyorumu nasıl anlatmalı? Oraya konan sözcüğün, oraya konmuş olan sözcük örüntülerinin iletmek istediğime zaten yettiğini düşündüğüm için belki de. Şöyle bir şey söylenebilir belki: Okurun çok dikkatli olmasını gerektiren bir şeyler yazıyorum.
Yoğun, evet. Taşırılığı –teknik terim kullanalım– elden geldiğince azaltmaya çalışıyor olabilirim, ama bir şeyi de unutmamak gerekir, benden çok daha gür söylemi varmış gibi görünen yazarlar da dikkatle incelenirse, görülecektir ki onlar da taşırılığı elden geldiğince azaltıyorlar. Ama benimki belki gür bir söylem değildir. Gür bir söylem mi demeli, ben de bilemiyorum şu anda ama, ağzını açınca çağlayanların döküldüğü bir söylem sayılmaz benimki. Belki de benim yalınlık anlayışımla ilişkili bir şey. Fazlalık dediğimi atmak… Tabii bu, iletinin anlaşılmasını bir ölçüde güçleştirir. Ne yapayım, mektup yazarken de aynı şeyi yapıyorum, yaptığımı sanıyorum.
Kendim olmak diye bir kaygım yok galiba. (Gülerek) İşte nasıl yazıyorsam öyleyimdir diyorum herhalde. Bu da yine imgelere getirecektir bizi ama, kendim olmak diye bir kaygım yok, onu anlatmak çok güç. Nasıl tasarlıyorsam, nasıl yazıyorsam öyle oluyor. Kendim olmak, başka bir şey değil ki, çünkü onun dışında, onun ötesinde bir kendimlik yok ki, kendimlik burada söylediğimde, yazdığımda, yaptığımda.
Başkasıymış gibi yapmak: Yani roman kişileri söz konusu olduğunda… Orada o kişileri ben düşünüyor, tasarlıyorum ama o kişilerin belki hiçbiri bana fazla benzemez, hatta çok az benzer denebilir.
Bilmem! Belki onların dünyaya bakışlarıyla benim dünyaya bakışım arasında birçok benzerlik bulunabilir ama, her kişi bir başkasıdır. İnsan tek başına kaç kişi olabilirse o kadar oluyor. Her kişiyi kendi verileri içerisinde, dilsel verileri içerisinde düşünüyorum, dilsel verileri içerisinde söyletmeye çalışıyorum. Eninde sonunda yazan benim, bunu unutamayız ya! Kişilerin birbirinden çok ayrı olması, belli bir roman anlayışının kurallarından biri elbette olur, ama bu belli roman anlayışına uymak da insanın seçeceği bir şeydir. Seçer ya da seçmez o kurallara uymayı. Yok yok, saçmalatıyorsun beni.
FELSEFE
Canım yani, işte biraz felsefeyle uğraşmış olduğum söylenebilir. Felsefe, okuduğum bir şeydir, ama çok az yazdığım bir şeydir. Yaşama, dünyaya hep yazın açısından baktım ama yazın açısından bakmak demek felsefeyi hiç hesaba katmamak değildir. Herkesin değişik bir yemek pişirişi var. Kimi şunu katar yemeklerine, kimi bunu katar. Ben de herhalde felsefe eğitiminin verdiği bazı şeyleri katıyor olabilirim. Felsefe katayım diye katmıyorum tabii… Hani insanın alışkıları bir parçacık çarpıtır davranışlarını başkalarına oranla; benimkini de biraz felsefe çarpıtıyor olabilir.
Eh yani başkalarına oranla, diyelim. Başkaları hiç mi felsefeye el atmaz, atar, herkes kendince yapıyor bu işi. Benimki de herhalde bu oluyor.
Felsefe diye bir şeyi bırakalım; yazdıklarımda felsefe falan yoktur da… Düşünmeyi seven, düşünmeye önem veren bir insan olduğum söylenebilir herhalde. Yoksa yazılarımda herhangi bir felsefe yaptığımı söylemek biraz fazla olur değil mi? Bulduğum bir düşünce dünyasının etkisi olmaz mı yazdıklarımda, olur tabii. Düşünmeyi sevdiğim kadar, hayvanlara bakmayı da severim. Musiki dinlemeyi de severim.
MUSİKİ-YAZI-RESİM
Bunlar ayrı işler değil ki, bunlar insanın içinde pekâlâ bir arada bulunabilecek şeyler. Tabii birazcık musiki eğitimi görmüş olmak çok önemli, bunu her zaman söylerim. Musiki eğitimi felsefe eğitiminden de çok daha önemlidir, çünkü ölçüyü öğreten şey odur, vaktin kullanımını öğreten odur, bu da eğretilemeli bir konuşma olacak ama renkleri öğreten odur, çok küçük yaşta öğrenir insan. Bunların hepsinin tabii payı vardır. Soyut bağıntıları –soyut bağıntı da ne demek şimdi, bağıntılar zaten soyuttur ya– olmadı, olmadı, bak felsefeye yaklaştık.
Musiki, bağıntılar kurmasını öğretir. Musiki eğitiminden söz ediyorum. Küçük yaşta bu eğitimin ne kadar biçimleyici, belirleyici olduğunu anlatmağa çalışıyorum. Ayırtılar orada öğrenilir, incelikler orada öğrenilir, ki bunu çok önemli sayarım. Rastlantıdır eninde sonunda, insan bunun eğitimini görür ya da görmez. Dilerim, bu eğitim elden geldiğince çok insana verilebile idi…
Çok matematik bir dünya kurulabileceğini çok genç yaşta öğrendim. Öğrenmek önemli bir şey. Belki de insanın… yok yok belki de hiçbir şey ya! İnsanın kendini denetlemesini, kendini beğenmemesini, çalışmasını sağlar.
Resim çok daha başka bir şey, ressam olabilir miydim, olur muydum, olmayı düşünür müydüm? Sanmıyorum. Ama musiki ile uğraşmayı çok düşündüm, düşünmekten öte, çalıştım. Onunla uğraşmayacağıma on yedi yaşında karar verdim. Uğraşmayacağım dediğim, onunla uğraşmayı sürdürmeyeceğime on yedi yaşında karar verdim, meslek olarak uğraşmaktan söz ediyorum. Onun dışında hâlâ dinlerim, fırsat bulsam, bir piyanom olsa günde kaç saat çalışacağımı doğrusu çok merak ediyorum. Herhalde günümün pek çok saatini ona ayırırdım. Ama musikiyle uğraşmamaya karar verdiğim gün yazı yazmaya karar verdiydim. Ona çok gülerim işte: Çünkü o yaşta yazı yazmaya karar vermek ne kadar gözü kara bir karardı! (Gülerek) Düşündükçe sahiden gülesim geliyor. Çünkü yazı yazmanın ne demek olabileceğini o sırada hemen hemen hiç bilmiyordum. Çok okuyan bir adamdım o yaşta ama yazı yazmanın ne demek olacağını henüz bilmiyordum. Zaten yazdıkça öğreniliyor yazı yazmanın ne demek olduğu. Her iş gibi… Musikinin nasıl bir şey olacağını, nasıl bir şey olabileceğini bilecek durumdaydım o sıralar. Sözcükler, evet, belli birtakım perdelerden daha somut şeylerdir. O daha somut olan şeyler arasındaki bağıntılar beni çok daha fazla ilgilendiriyor. Yazı yazmağı sürdürüyorum elbet, sürdürmemeği de düşünemiyorum.
Ressamlık gibi bir işle uğraşmağı hiç düşünmedim. Resim çok içinde gezdiğim bir şey olsa bile, başkalarının yaptığı benim de baktığım bir şeydi. Musiki dinlerken öyle değil, çok çok daha başka bir şeyler oluyor. Okurken her zaman yazar olarak mı okuyorum? Tabii, her zaman iyi bir okur olmağa çalışıyorum. Arada bir yazar olarak okuduğumun farkına varıyorum. Ben olsaydım şöyle yapardım… Evet, onun gibi bir şey, ama bu hem ayıp bir iştir, hem de anlamsız. Onu da çok iyi bilerek söylüyorum.
Resim, yazı, musiki: dünyaya, yaşama bakış biçimleri. Tabii her biri bir sanat olarak belli bir eğitimi, belli bir bakış biçiminin geliştirilmesini gerektirdiği için, kimi insan yazardır, kimi insan ressamdır, bestecidir. Bunların ikisini, üçünü bir arada yürüten insanlar yok değil, var. Ama onlar da herhalde dönem dönem daha çok o işi ya da bu işi yaparlar. Bunların hepsinin bir arada sürekli olarak yürütülüp yürütülmediğini bilmiyorum, hoş aklıma başka bir şey geliyor, bir işbölümü olabilir birçok başka yazara göre. Demek istediğim şey şu, yazı benim için başka her türlü işi unutturan bir iş. Mesela pek çok insanda, anladığım kadarıyla yazı başka işlerin yanı sıra yürüyebilen bir iş. Yazıyı ben öyle düşünmedim, hâlâ da düşünmüyorum. Bir not, yazılı bir not, ne olursa olsun, tek başına durabilecek bir şey değil benim için. Yani yazı her zaman belli bir yapının hazırlık çalışmasıdır ya da düpedüz çalışmasıdır. Bilmiyorum, pek iyi anlatamadım, bu çok çok özel bir şey gibi görünüyor gözüme. Bu iyidir, herkes böyle yapsın demeyi aklımın köşesinden geçirmem. Bunun belki de kötü bir şey olduğunu düşünmek daha kolay olur. Çünkü öyle düşünüyor olmasaydım ya da öyle yaşıyor olmasaydım, çok daha fazla yazı yazmış, çok daha fazla yazımı yayınlamış olurdum sanıyorum. Yani işi çok başka bir yere oturttum galiba.
YAZMAK
Eskiden şunun üzerine, bunun üzerine yazılar yazmışımdır. Şimdi pek arada bir, deneme denecek yazılar yazıyorum. Şu anda yazmakta olduğum yazılar da var. Bunları bitirmek, yayınlamak da isterim, isterim ama bunlar da gene benim için bir yazıdır, özel bir yeri olan bir şeydir.
Yok hayır, bu tür şeyleri yazımın dışında görmüyorum ama, bugün düşünüp yazabileceğim, yarın da herhangi bir yerde yayınlatabileceğim bir yazı diye düşünmüyorum. Uzun uzun pişirilecek, sonra işte bir biçime getirilip ortaya konacak bir şey olarak düşünüyorum. Onun için çok az yazım var, yok o kadar da az değil, hepsine şöyle bir bakıldığında ne kadar çok yazdığım da söylenebilir, ama az çıkıyor. Ne bileyim, herhangi bir konuda herhangi bir şey düşünebilirim ama bunu yazmağa kalkmıyorum. Yazabileceğimi bildiğim halde. Yazabilirim böyle bir şeyi, yapabilirim. Ama o zaman başka bir iş yapıyor olacağım. Şimdi yazıyla bu alışverişim çok tuhaf duvarlar örer; ya da ne bileyim, tavşan işi kutular, nesneler filan yapıyormuşum gibi.
Evet, düzyazının düz’üne kendimi kapatmışım gibi. Musiki de yazıyor olsaydım, başkaları otuzlara, yüz otuz beşlere, seksen beşlere ulaşırken ben herhalde, on beşte kalırdım gibi geliyor, (gülerek) bilmiyorum. Çok uzun uğraşmak istiyorum, çok yavaş yavaş kurabilmek istiyorum. Tabii yazıya oturmadan öncesinin bir hazırlık olmadığını söyleyemem ama, o hazırlıkların ancak yazıya geçtikten sonra işe yarayıp yaramaması söz konusudur. Yazıdır söz konusu olan; hazırlık beş para etmeyebilir yazı yazılmadıkça, yazıya oturulmadıkça.
Kendim olmak diyorduk ya, zaten öyle olunuyor, kendim olayım diye değil, birtakım cendereler yarattığım için kendime.
Cimrilik mi? Parası olup, istediği halde yememek olursa cimrilik olur, parası olup nasıl yiyeceğini bilememek cimrilik değil ki! O bir tür alıklık olabilir ya da bir tür yaşama biçimi olabilir. İlle alıklık olması gerekmez, bir yaşama biçimi de olabilir. Şimdi ben birçok şey düşünüyor, konuşuyor olabilirim, bunları yazmağa değer görmüyorum her zaman; yazımın içinde göremiyorum. Zaten o yüzden konuşuyoruz ya…
DİL
Herhangi bir metnin ortaya çıkması, ilkin o dilin, o metni söyleyebilir hale gelmiş olması demektir; böyle bir metin varsa. Hem söyleyebilir hale gelmiş olması demektir, hem de bundan sonra buradan çıkabilecek olan birtakım başka metinleri de söyleyebilecek gücüllüğü bulmuş olması demektir. E, yazın da başka bir şey değil ki! Sürekli olarak bir dilin söylemiş olduklarını kayda geçiren yapıtların oluşturduğu bir topluluktur o dilin yazını. Aynı zamanda o dilin gücüllüklerini de belirleyen bir şeydir. O gücüllükler, şu ya da bu biçimde gerçekleştirilir. Şu ya da bu biçimde gerçekleştirilen gücüllükler başka gücüllüklerin, başka zamanlarda gerçekleşmesini engellemez. Ama bir dilin herhangi bir şeyi söyleyebilir hale gelmesi ile ondan sonra başka şeyleri de söyleyebilir olması, yazının varlığı ile ilişkili bir şey.
Onun için ikide bir söylerim, yazın her şeyden fersah fersah ötededir, dilin belleğidir diye. İnsanların demiyorum, dilin belleğidir. Bellek, her anı, her noktası her an kullanılan bir şey değildir, ama vardır. Bellek var oldukça da değişik yerlerde, değişik zamanlarda, değişik hacimlerde kullanılır, onlardan yola çıkıp başka yerlere gidilir.
Okur deyince: Okur her şeyi okuyacak mıdır ya da her şeyi okumuş mudur? Okur kim? Ama öyle bir okurdan söz ediyoruz ki, birçok okurun okuduklarını bir araya getiriyor. Bu okur hemen hemen yoktur. Hemen hemen diyorum, çünkü buna yaklaşan okurlar vardır ama böyle bir okur yoktur. Her şeyi okumuş, her şeyi taze taze belleğinde tutan bir okur yoktur, ama süreklilik okurlar arası ilişkidedir. Tabii okuyup konuşmayan okurları düşünmüyoruz burda. Okuyup konuşan, yazan okurları düşünüyoruz. Bunların bir bölüğüne eleştiriyle uğraşanlar derler, bir başka bölüğüne tarihle uğraşanlar derler.
Şimdi, beni daha önce de dinlemişsindir, bilirsin. Her okurun bir metinde bulunabilecek her şeyi görmesi söz konusu değil; kimi buna takılır, kimi ona takılır, kimi onu görür, kimi bunu görür. Ama dediğimiz gibi değişik okurların okumaları günün birinde bir araya gelince ya da gelirse, bir yazarın yapıtları üzerine biraz daha geniş, daha ayrıntılı sözler edilmiş olur. Senin şimdi düşündüğün nedir? Onu söyle de onu konuşalım. Tekniğin dışında dikkat edilmeyen ya da ne bileyim gözden kaçan şeyler dediğin şeyler neler?
AŞK-KORKU
Nasıl söyleyeyim? Korku dışardan gelip insanın içine oturan bir şey ise –öyle diyelim– insanın içinden –adamına göre– hiç çıkmayacak bir şey ise, aşk dediğin de, benim için insanın bir başkasına aktaracağı, kendi dışına aktarabileceği en büyük şey gibi görünüyor ya da en büyük şeylerden biri. Aşk demeyelim de buna, sevgi diyelim. Sevi ya da sevgi hepsi bir arada düşünülürse… Sevgi bir insanın dışına taşırabildiği bir şey, dışına verebildiği bir şey. (Gülerek) Hoş, sevgisizlik de belki öyle, insanın dışına taşırabildiği bir şeydir ya, biz sevgiyi konuşalım gene. Benden çok daha güzel söylemiş olanlar var korkuyu. Bana bu konuda bir şey söylemek düşmez. Ne yani… Olsa olsa, korkuyu çok değişik biçimleriyle yaşamış olduğumu, korkuyu bildiğimi, korkuyu nasıl yerleşmiş bir şey olarak bildiğimi söyleyebilirim. Sevgi, içinden dışarıya taşırabileceğin, verebileceğin, başka varlıklarla aranda kurabileceğin en güzel bağdır belki de. Sevgi yalnız bir coşku, bir fışkırma değil, bir ilişkinin temeli olabilir ama o ilişkinin de o sevginin kalıbınca kurulup yaşanması gerekir. Belki ahlak dediğin şey, o…
Ahlakçı olmakla suçlanacağımı da düşün, ama bir suçlama değildir ahlakçı olmak. İnsanın böyle bir yanı vardır. Suçlama olsa olsa başkalarına kendi kalıplarını zorla benimsetmeye kalkanlar için suç unsuru. Onlar suçlanabilir böyle bir şey yaptıkları için. Ama bir bakıma sevgi ilişkisinde de yaptığımız, kendi kalıbımızı başkasına kabul ettirmeğe kalkışmak olabiliyor. O zaman da sevginin işi güçleşebilir. O ölçüyü insan bulmuş olsaydı, çok daha iyi olurdu ama (gülerek) galiba böyle bir ölçü bulunmuyor. Sevgide özellikle insanlar karşılarındakine bir şeyleri kabul ettirmeğe çalışırlar. Hata. Hata! Ya birlikteliğin kalıbını belirlemeğe çalışır karşılıklı olarak iki taraf ya da bir taraf böyle bir şey yapar. Her ikisinde de işler yürümesin diye uğraşılır gibidir. Sevince insan karşısındakinin özgürlüğüne daha az saygı gösterir hale geliyor galiba. Yapılacakların en kötüsü de bu. Ama iki kişinin bir yaşama biçimi oluşturabilmesi, iki kişinin bir arada düşünüp eylemesi bana çok güzel bir şey gibi görünüyor.
Hani ölümden söz etmiyorduk? İşte demin bunu anlatmağa çalıştım. Yemek hem özümlemektir, kendi kanı haline getirmektir, hem de atmaktır. Kullanmaktır. Ölüm, çoğu zaman bir sevginin ölümü ya da iki yandan birinin ölümü olarak belki sevgiyi dondurduğu için kurtaran bir şeydir. Hoş, dondurduğu için kurtarmak da pek iyi bir şey olmuyor. Yani sevginin olanaksızlığını mı anlatmağa çalışıyorum? Hayır olanaksız olmadığını biliyorum. Yine de doğru dürüst yaşanması çok güç bir şey. Ama nasıl yaşanırsa yaşansın, çok güzel bir şey. İnsan bir başkası olabilme isteğini hiç değilse yaşayabiliyor, bundan ötesini de yaşayabilir. Ama en azından severken başkası olabilme isteğini de yaşıyor. Çok önemli bir şey. İçimize kapanmamanın yoludur o, kendi sınırlarımızı aşmanın yolu. Öyle bir şey söylenebilir.
Av-avcı, usta-çırak… Bir eşitsizlik içinde bir sevgi ilişkisidir bunlar. Eşitsizlik baştan verilmiş bir şey. Tabii o çerçeve içinde düşünülebilir ama avcı açısından bakılırsa avın ne düşündüğünü de bilmek gerekir ya da tersi. Usta açısından bakılırsa çırağın neleri nasıl gördüğünü de bilmek gerekir, ya da tersi. Gerçekte belki çırak ustadan daha az şey bilir, usta çıraklığı yaşamıştır. Çırak henüz çıraktır. Avcı birçok av bulmuştur. Av ise ancak o sırada avcıyla karşılaşmaktadır. Fakat eşitsizliğin varlığı herhalde düşündürücü olmalı. Benim için de, benim için de.
Kedilerle ilişkimizde hiç ustayla çıraklık yoktur. Orada çok tuhaf bir şey vardır. Taraflar karşılıklı olarak birbirini çok güzel eğitir. Eşitsizlik başka yerdedir. Eşitsizlik deminki gibi hayat bilgisinde değil, dillerin ayrı ayrı oluşunda. Yoksa karşılıklı eğitim çatır çatır yürür.
“Avından El Alan” diye bir başlığı ben koydum, biliyorum. Ustanın çırağından çok şey öğreneceğini de biliyorum. Ama taraflardan biri olunuyor. Taraflardan biri olununca da, o tarafın gereği yerine getiriliyor. Eşitlik başka yerlerde çıktığı zaman karşımıza, yazdıklarımdan söz ediyorum, çok örtülü duruyor. Yani gene bir taraf daha güçlüymüş ya da daha çok sözünü dinletebiliyormuş gibi görünüyor. Ama gerçekte orada eşitlik söz konusudur. “Göçmüş Kediler Bahçesi” adlı metinde olduğu gibi. Yalnız orada da tabii, ölüm var, girer işin içine. Kim bilir belki de hiç iyimser değilim, denebilir. İyimser değilim ama umut… Umut. Bunu çok değişik biçimlerde ömrüm boyunca yaşadım. Her yaşayışımda da akıllıca yürütmeğe çalıştım, ne demekse akıllıca bu konuda… Yalnız, sevdiğim insanların pek çoğu ile şimdi de çok iyi bir arkadaşlığım var; bununla da övünebilirim. Demek ki, o kadar da boşuna yaşanmış bir şey değilmiş. (Gülerek) Sayfayı çevirelim.
Neyse umut üzerine bir şeyler söyleyecektim, vazgeçtim, dursun o. Ama şiddet, yok değil yazdıklarımda. Eza, cefa, acı, yok değil. Şiddet insanın karşısına çıkınca, insanın yapabileceği tek şey, o şiddete karşı koymak ya da –boyun eğmek demeyeceğim ama– o şiddete alt olmak. Yapabileceği şeyler bunlar. Başarılı olur olmaz, alt olmaktansa, bir biçimde karşı koymağa çalışmasını düşünebiliriz, yani düşünürdüm. Ama şiddetle herhangi bir ilişki olamaz: Şiddet konusunda anlaşalım. Karşıdan gelen beğenilmeyen, katlanılması olanaksız görülen bir şiddetle, ne pazarlık edilir, ne uzlaşılır, ne anlaşılır, ne de şiddetle birliktelik kurulur.
OKUMAK
Ne kadar çok okursak, ne kadar çok konuşursak, ne kadar çok iletişirsek o kadar iyi olacakmış gibi geliyor insanlara. Ama iletişim başlı başına bir amaç değil, iletişim olsa olsa, ötekinde kendini, kendinde ötekini görebilmek. Ötekinin aracılığıyla, ötekinin yardımıyla bir anlamda kendi kendini anlamak, kendi kendini kurmak. Bu da okunanın, dinlenenin yalnız kaydedilmesini değil, birçok başka dizgeyle karşılaştırılmasını da gerektirecektir. Oysa bir şeyleri görmek ya da işitmekle yetinmek, gelip geçici bir şey olarak, yani başımıza, üstümüze yağan bir geçmiş yağmur olarak düşünülüyor birçok durumda, evet, gürültü’sü de yüksek, sonra geçip gidiyor. Ha ben bunu görmüştüm oluyor, ha ben bunu işitmiştim oluyor, ben bunu okumuştum, ha evet bir yerlerde böyle bir şeyden söz edildiğini biliyorum. Evet, haberdarım, ama söz edildiğinden haberdar olmak, söz edildiğini bilmek bir şey demektir ama söz edilmiş de ne olmuş? O sözün edilmesi sana ne getiriyor, sana neler gösteriyor, sana neler gördürüyor?
Onu benim söylemem tabii ki tuhaf: Durmadan okumaktan söz ediliyor. Evet, ben de bir ömür boyu bunu yaptım, (gülerek) durmadan okudum, okudum ama, şimdi düşünüyorum, durmadan okumak, yani birtakım kitapları okumuş olarak rafa kaldırmak, bir yerlere yerleştirmek, şunları okudum demek mi amaç? Olmasa gerek. Bütün bunlar bize bir şeyler düşündürecek, bir şeyler gösterecek, bir şeyler anlatacak, kendi kendimizi belki daha iyi anlayacağız, hem kendimizi belki daha iyi tanıyabileceğiz, kendi kendimizi derken ille kendimizden söz etmek de istemiyorum, kendimizi, dünyamızı, dünyayı, insanları, oyunları, ilişkileri başkalarının aracılığıyla ya da başkalarının yardımıyla tanımlamak çok önemli; tabii bunun için de buna dikkatimizi çevirmemiz gerekiyor. Yetkin davranmamız gerekiyor okumamızda, bakmamızda, dinlememizde.
Okumak, kendiliğinden etkin bir çaba gibi görülüyor artık. Okumak için tabii ki bir çaba harcanıyor. Bu çabayı harcadığına göre bir iş yapmış oluyorsun. İyi de, bir iş yapmış olduğunu düşünebilirsin ama, okuduklarınla gerçekten başka şeyler arasında herhangi bir bağ kurabiliyor musun? İster başka okuduklarınla, ister kendi yaşadıklarınla, kendi düşündüklerinle… başka bir bağ kurabiliyor musun? Adam böyle diyor ya da adam böyle dediğine göre biz de böyle düşünmeliyiz denecekse, aman eksik olsun.
Evet, genellikle de yabancı adamlar için ediliyor bu tür sözler. Evet ama, inan Mustafa şimdi bu işin altında, dibinde, ardında ne var, hâlâ anlayabilmiş değilim. Niye bir yabancının bir şey söylemesi bu kadar önemli oluyor? Onu bir Türk söyleyince niye farkına bile varmıyoruz? Ya da önemli bir şeyin söylenmesi için ille yabancı kaynaklara mı gitmemiz gerekiyor? Kaldı ki, yabancı kaynaklardan dolaysızca yararlanmıyorsak, yani o kaynakları kendi dillerinde okumuyorsak, onların çevrilmesini –en azından– bekliyor, ya da çevrildikten sonra okuyorsak, hangi düşüncenin ne zamandan kalma olduğunu da göz önünde tutuyor muyuz? Düşüncenin bayatlayan bir ekmek olduğunu düşündüğümden söylemiyorum bunu. Yalnız birçok düşünce belli bağlamlarda, belli çağlarda, belli durumlarda ortaya atılmıştır. Bu durum değiştiği zaman, bu düşüncenin yeniden ele alınması, yeni bir duruma göre düşünülmesi, yeniden düşünülmesi, yeniden yorumlanması gerekecekken bunlar hep inat olarak kalıyor. Falanca adam, bilmem 1920’de ya da 1810’da böyle söylemiş. Tamam böyle söylemiş dediğimizde bu düşünceyi belli bir çerçeve içerisinde görüp anlıyorsak, diyelim o düşüncenin o yıldan bu güne nasıl yorumlandığı üzerine de bilgi ediniyorsak, yani bir yorum geleneğinin de farkında isek bu tabii daha iyi olur. Ama bu düşünceyi belli bir yerden koparıp, alıp, o haliyle bizi ilgilendirmesi gereken bir şey olarak görürsek biraz yaya kalırız. Çünkü düşünceler yerlerinde duran şeyler değildir, durmadan tartaklanan, durmadan eleştirilen, durmadan geliştirilen birtakım garip varlıklardır. Düşünceyi dondurmak kadar ya da günü geçmiş düşünceyi bugün herhangi bir yerde rastgele kullanmağa kalmak kadar garip bir şey düşünemem.
ÇEVİRİ
Çeviriden söz ettik. Çeviri bizi tabii daha başka sorunlarla da karşılaştıracaktır. Her şeyden önce bağlam sorunuyla: Bir şeyi çevirmek, bir metni çevirmek, o metni başka metinlerle kurmakta olduğu bir bağlamdan çekip çıkarmaktır. Bu bir. Dolayısıyla o metin, nedense herhangi bir özelliğinden ötürü tutulup seçilmiş bir metin olarak çıkıyor karşımıza. Önemli bir metin olabilir. Ama önemli metinler de belli bir çağda, belli bir bağlam içerisinde ortaya çıkmıştır. Önemli metinler de belli bağlamlar içerisinde ele alınmaktadır.
İlle edebi metinler de olması gerekmiyor, yani düşünce metinleri de öyle… Bağlamından koparılıyor, çünkü o dilde okuyanlar o bağlamı zaten kendiliğinden belirler. O metin üzerine söyledikleri herhangi bir söz, belli bir bağlamı göz önünde tutarak edilmektedir. Oysa çeviri, zaten o metni tek başına o bağlamdan koparmaktır. Bu metin karşınıza yalnız bir metin olarak çıkıyor. Nedense o metnin önemi üzerine daha önce çok laf edilmiştir. Dolayısıyla o metnin çevrilmesi gerektiği düşünülmüştür. O da doğru. Yalnız çevrilir, bağlamından koparılırken bir şey daha oluyor. Belli bir biçimde yorumlanıyor. Çünkü her çeviri, metnin belli bir biçimde yorumlanması ile olanaklı bir iştir. Belli bir biçimde yorumlanmadıkça, çevrilmesi de zaten söz konusu olamayacaktır.
İyi anlayıp iyi çevirmek zaten çok güç bir iştir. İyi anladığı için, anladığını düşündüğü için, insanın tutup bunu çevirmekten biraz öteye götürmesi, senin dediğin gibi yeniden yazması da, çok hoş bir sonuç doğurabilir. Ama genellikle o kadar hoş olmayan sonuçlar doğurur. O biraz çarpıtılmış bir metin haline gelebilir. Ama ya çeviren bunu iyi çevirememişse, yani anlaşılması gereken birçok şeyi anlayamamışsa, anlayabileceği birçok şeyi anlayamamışsa, kaynak dili sandığı kadar iyi bilmiyorsa, hele hele Türkçeyi, Türkçe düşünmeyi bir an bile unutmayacak kadar iyi bilmiyorsa, bu işler şapa oturur.
Ben bir kötü çeviriyi anlamağa çalışacağım, okur olarak. Bozuk, hiçbir anlam aktarmayacak bir tümceyi otuz kez de okusam, oradaki sözcükleri ezberleyebilirim ama yazarın ne söylemek istediğini hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Dikkat edersen ne söylemek istediğini diyorum, dolayısıyla yalnız yazınsal metinleri değil, herhangi bir düşünce metnini de düşünüyorum bunu söylerken. Akıl durdurucu örneklerle karşılaştım son zamanlarda; çeviriler okudum, aslının ne olabileceğini çok kolay gördüğüm bir sözcüğün Türkçesinin niye öyle çevrilmiş olduğunu anlamam olanaksızdı. Örneğin “geçici” denecek yerde “geçişsel” denmiş. Niye, niçin? Geçici diye bir şey var. Niye geçişsel deniyor, bunu anlamak isterim. Bu tek bir örnek, belki de biraz taze bir örnek olduğu için veriverdim şimdi. Ama böyle şeylerle karşılaştım. Diyeceksin ki aslının “geçici” diye çevrilmesi gereken sözcük olduğunu nereden biliyorsun? Eh, bilmem. Bazı şeyler anlaşılır.
Herkes kendi diline çevirir. Ama kendi diline çevirirken, çevirdiği metni unutur, çevirdiği metnin özelliklerine dikkat etmez, ben bunu böyle yazarım işte! diye düşünürse, işte o olmaz. Yoksa elbette herkes kendi söyleyişine, kendi diline uyduracaktır. Evet, çevirmen de bir bakıma imzasını atmaktadır ama asıl yapacağı iş, imzasının saygı görmesini sağlamak üzere asıl yapacağı iş, metne elinden geldiğince –ki bu da çok gevşek bir ölçü olur ama ne yapalım– bağlı kalmak. Ne demektir? İşte çevirenler bu işi öğrendikten sonra bunun ne demek olduğunu anlıyorlar. Bağlı kalmak, iki ayrı şeye bağlı kalmaktır. Çok kaba bir şekilde söylüyorum; anlamı anlayıp aktarmak; bir de onu metnin aslı nasıl söylüyorsa Türkçede ona en yakın biçimi bulmağa çalışmak… Bunun bir formülü yok. Her çeviren, iyi çeviri yapan için iyi çevirinin formülü değişik olacaktır ama, sonunda iyi çeviri yapılmış olacaktır. Bir şeyi daha unutmamak gerekir: İyi çeviri belli bir adamın, belli bir başka adamın metniyle buluşmasından çıkar. Yoksa iyi çevirmen olunabilir ama iyi bir çevirmen, çevirdiği her kitabı çok iyi çevirir demek değildir. Kimi kitabı çok iyi çevirir; o kitapla kendi arasında çok ince bir gönül yakınlığı kurulabilmiş olduğu içindir.
Çevirinin kötülüğü bir şeye daha yol açıyor. İpe sapa gelmez bir biçimde söylenmiş bir şeyin, öyle yazılmış olduğunu düşünür okur. Oysa çoğu zaman öyle yazılmamıştır. Güç yazarlar vardır, güç metinler vardır ama çoğu zaman öyle söylenmemiş bir şeyi kendi bilemediği, kendi anlayamadığı için kötü çevirir. İnsanlar bir tümcenin yapısını sökmeyi başardıklarında, artık o dili öğrendiklerini sanıyorlar. Oysa hiç öyle değil. İşin içine anlam karıştığı zaman tümcenin yapısıyla bitmiyor bu iş. Bilinmesi gereken pek çok şey daha var. Deyimler özellikle, deyimler çok önemli, deyimlerin olduğu gibi aktarıldığını görüyoruz. Tabii hiçbir anlamı da yok. Hiçbir anlamı yok. Türkçenin deyimlerini öylece çevirsek bir yabancı dile onlar da anlamsız olacaktır o halleriyle. Deyimleri çevirmek çok kolay değil, bilmek gerekir. Bir de bir dil bilgisi, bir dil eğitimi, bir dil beğenisi olması gerekir. Beğeni ne demek; çok okumuş, severek okumuş demektir her şeyden önce. Sonra çiziktirmek değil, uğraşmak demektir.
Mustafa Arslantunalı
Kaynak: www.notosoloji.com
Hiç yorum yok